Religionsgemeinschaft des Islam
Landesverband Baden-Württemberg e.V.

 

Unsere Themen: Islam - Interreligiöser Dialog - Projekte - Informationen über Muslime in Deutschland/Baden-Württemberg

 
    HOME  
    AKTUELLES  
    STATEMENTS  
  PRESSEFENSTER  
    ISLAM -GRUNDINFO  
    DIALOG-PROJEKT  
    ARTIKEL, REFERATE  
       
    LINKS  
    KONTAKT  
    IMPRESSUM  
       
       
       
       

 

 

 

 

 

 

   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   
   

Amerikan tavırları?

Taha Akyol, Milliyet, 4.4. 2003

ABDULLAH Gül ile Powell’ın "kimyaları uyuşuyor". İkisi de ilişkilerinde yumuşak ve saygılı; aralarında şahsi dostluk da gelişmiş. Dün basın toplantısından sonra konuta girip koridordan yemek salonuna yürürken el ele tutuşmuşlar. Yemek de çok sıcak bir havada geçmiş.

Bu ayrıntıları niçin yazıyorum? Sözü bir diplomatın şu yorumuna getirmek için:

- Ankara’ya bu süreçte Amerika’dan ilk defa bakan düzeyinde bir isim geldi. Powell gibi ılımlı ve ‘insani dokunuş’ duygusuna sahip üst düzey bir yetkili daha önce gelmiş olsaydı, belki bazı şeyler daha iyi giderdi! Ankara’ya Washington’dan telefon açıp talimat verir gibi konuşmalar, bakan düzeyinde bile olmayan isimlerin ‘müfettiş’ gibi davranışları Ankara’da tepkiler yaratmıştı.

Dışişleri Konutu’ndaki yemekte zeytinyağlı enginar, su böreği ve balık şişten sonra "Türk tatlıları"nı yerken Powell "bizim de hatalarımız" oldu demiş zaten.

***

AMERİKA’NIN Bush’un başkanlığında girdiği o kibirli "ben güçlüyüm, yaparım" tavrının Türkiye gibi bir müttefikte bile nasıl tepkiler yarattığını görmesi, dünyada karşılaştığı tepkileri anlaması bakımından da dilerim iyi bir başlangıçtır.

     Elbette Saddam gibi kanlı bir diktatörü silahsızlandırmak için baskı yapmak şarttı... Ama savaş şart mıydı?

     İşte Amerikan yönetiminde Rumsfeld ve Cheney tarzının başlattığı bu savaş, vicdanlara sığmadığı için, ABD’ye dünyanın her yerinde tepkiler var.
     11 Eylül’den sonra Amerikalıların haklı olarak sorduğu "Neden bizden nefret ediyorlar?" sorusunun cevabını şimdi daha net görmelerinin zamanıdır.
     Rumsfeld, CIA’nın "Irak halkı direnecek" şeklindeki raporunu bile hasır altı etmiş savaşı başlatmak için! Powell ise o zaman da ılımlı tavırlarıyla biliniyordu.
     Powell Ankara ziyaretinden sonra daha yumuşak bir üslubun gerekliliğini sanırım Washington’a daha iyi anlatabilecektir.
     Washington’un da Powell gibi "bizim de hatalarımız oldu" diyebilmesi hem savaşın süratle ve asgari zayiatla sona ermesi için hem Irak’ın yeniden yapılandırılmasında yanlışlar yapılmaması için şarttır.
 
    ***
     SAVAŞ çıkmıştır bir defa... Türkiye olarak savaşa bakarken Kafkasya gibi jeopolitik ufuklarımızı yok sayamayız. Avrasya’da enerji köprüsü olmak gibi büyük projeleri görmezlikten gelemeyiz. Terörle mücadelede Amerika ile beraber olmamızın sağladığı yararları ve ekonomimizdeki sorunları da göz ardı edemeyiz. Bu konularda Türkiye ve Amerika’nın birbirlerine ihtiyacı vardır. Powell da Ankara’da "Türkiye ile stratejik ortaklığımız konusunda Bush yönetiminin taahhüdünü" ifade etmiş.
     Türk - Amerikan ilişkilerinin elbette iyi olması gerekiyordu.
     Kendimiz savaşa girmeden "insani lojistik" imkanlarını genişletmemiz, Amerika’nın da Türkiye’ye Kuzey Irak konusunda güvenceler vermesi çok isabetli oldu.
     Bir diplomatın dediği gibi:
     - Bu süreçte ilk defa Türkler de, Amerikalılar da masadan mutlu kalktılar. Çünkü taraflar makuldü... Powell ‘müfettiş’ değildi.
 

 

Yanlış hesap Bağdat'tan döndü mü?

Cengiz Çandar Tüm Yazıları
Tercüman 2.4.2003 

Saddam Hüseyin rejiminin Amerika gibi 'tek süper devlet'in, İngiltere gibi bir 'büyük devlet'le giriştiği ortak askeri operasyonun üzerinden bir hafta geçmiş olmasına rağmen, hala ayakta kalması, Türkçe'deki 'yanlış hesap Bağdat'tan döner' şeklindeki özdeyişin sık sık tekrarlanmasına yol açıyor. Aslında, ortada sorulan bir soru yok. 'Yanlış hesabın Bağdat'tan dönmüş olması' beklentisi ve temennisi var. Yani, 'koalisyon kuvvetleri'nin yenilgisinin arzulanması söz konusu.

Ancak, gerçek dünyayla bağlarınızı kesmemişseniz veya bir başka gezegende yaşamıyorsanız, 'yanlış hesabın Bağdat'tan dönmesi' bir yana, Saddam Hüseyin'in amansız diktatörlük rejiminin savunma mevzilerinin Bağdat çevresinde erimeye başladığını görürsünüz. Yani, o 'arzular' gerçekleşemeyecek.

Türk kamuoyu, Türk medyasının önemli bir bölümüne bulaşan havanın etkisiyle, Amerikan saldırısının durduğu, durdurulduğu, hatta Amerikan-İngiliz kuvvetlerinin yenilgiye uğramaya başladığı kanaatine kapılmışken; 'sahadaki gerçekler' tam tersi yönde oluşuyor. Şöyle:

1. Bağdat'ı koruyan üç tümenin en önemlisi sayılan Medine adlı Cumhuriyet Muhafızları tümeni, son 72 saatin amansız hava bombardımanıyla, gücünün neredeyse yarısını kaybetti. 2. Güney Irak'ta İngiliz kuvvetleri kontrolü sağlamaya başladı. Um Kasr tümüyle temizlendi. Nasıriye ve Basra'da Saddam'ın milislerinin gücü bir hayli kırıldı. Bu haftasonuna dek, Nasıriye, ikinci bir Um Kasr haline dönüşebilir. Basra'daki diktatörlük rejiminin kontrolü ise incelerek, 'pamuk ipliği'ne bağlı hale geliyor. 3. Kuzey'de Kerkük ve Musul önündeki neredeyse tüm Irak savunma mevzileri, ağır bombardımanın etkisiyle eridi ve terk edildi. 4. Bu durumda, Irak'ta savaş, giderek Musul, Kerkük, Basra ve Bağdat gibi dört kentte 'rejim savunması savaşı'na dönüşecek gibi. Bunların en zayıfı, 'merkez'e uzaklığı ve 'Şii kimliği ve ayaklanma sicili' nedeniyle Basra. Her dört şehir, birbirinden tecrit halde bulunduğu durumda, Bağdat'ın yani 'kellenin düşmesi'yle diğerleri kendiliğinden çözülebilir.

Yani, 'askeri plan'da işler gizli-açık 'Saddamperestler'in arzu ettiği yönde ilerlemiyor. Irak'ı ve Arap dünyasını bilebildiğim kadarıyla, bir 'halk direnişi' olmasının mümkün olamayacağına kesin kanaat getirmiştim; geçen günler bu kanaatimi değiştirmedi.

Savaşın ilk haftasındaki manzara da, savaşın genel gidişatı konusunda ve 'askeri sonucu'na ilişkin olarak bende hiçbir kuşkuya yol açmamıştı. Son zamanlarda gözlemlerine birçok kişinin itibar ettiği Stratfor adlı kuruluşun aynı konuda ilginç tespitleri var. İzleyelim:

"24 saat yayın yapan televizyonların olduğu bir dünyada, "Operation Overlord" yani Normandiya çıkarmasını hayal etmeye çalışmak bile eğlenceli. Ne de olsa, Normandiya çıkarması, özellikle de Omaha Plajı bölümü tam bir felaketti. Hiçbir şey, ama hiçbir şey plana uygun gelişmedi. Bir yıl süren özenli planlamadan sonra, Murphy Yasaları galebe çaldı. Montgomery, Caen kentini alması gereken zamanda alamadı, çıkarma gemileri yanlış yerlere yanaştılar, donanma topçuları kıyıdaki bataryaları susturamadı, askerler üç metre derinlikteki suda boğuldu. Plajların hemen arkasındaki engeller içinse kimse hazırlıklı değildi.

Normandiya çıkarması ilk otuz gününe bakılarak değerlendirilseydi, herkesi divan-ı harbe çıkarmak, Başkan'ı da ağır kusur nedeniyle görevden almak gerekirdi. O dönemde CNN ya da araştırmacı gazeteci Hersh olsaydı, "Washington'daki iyi haber alan kaynakların General Eisenhower'in beceriksiz, George Marshall'ın işleri yüzüne gözüne karıştıran bir budala, Roosevelt ve Churchill'in ise zafer sarhoşu aptallar olduğunu" dinleyecektik. Ama Normandiya sonuç verdi. Belki planladığı gibi işlemedi, ama gerçek muharebeler zaten planlandığı gibi gitmez. Muharebeler, planlarla değil, muhariplerin cesaret ve yaratıcılığı ve savaşın çok temel matematiksel mantığı ile kazanılır. Savaşın esası sayılar ve cesarettir.

Buradaki sorunlardan biri de, bu savaşın karşısına ölçü olarak konan ölçütün Çöl Fırtınası olması. Çöl Fırtınası çılgıncasına mükemmel bir harekattı, 1991 hiçbir şeye örnek olamaz. Gerçek ülkelere karşı gerçek savaşlarda-ki bu, böyle bir savaş- esas mesele planları uygulamak değil, en kısa zamanda hataları ve yanlış hesapları telafi etmektir." Amerikan sistemi, tüm demokrasiler gibi 'esnek', 'pragmatik' ve 'en kısa zamanda hataları ve yanlış hesaplar'ı telafi etmeye uygundur. Üçüncü Dünya diktatörlüklerinde olmayan özelliklere sahiptir. O yüzden, bu savaşın askeri sonucuna dair kuşkuya kapılmak gereksizdir.

Kosova Savaşı'nın ilk haftalarından itibaren Washington'daydım. Sadece hava saldırılarıyla sonuç alınamayacağından başlayarak, Sırpların İkinci Dünya Savaşı'ndaki kahramanlıklarına ilişkin bir dizi iddia, bizzat Amerikan gözlemcileri, uzmanları ve köşe yazarlarınca öne sürülerek, 'Amerika'yı Kosova'da yenilginin beklediği' hükümleri verildi. En amansız eleştiriler Amerikan yayın organlarında yer aldı. Sonucu biliyoruz. Saddam'ın Balkan türdeşi Miloşeviç, bugün Lahey Savaş Suçları Mahkemesi'nde yargılanıyor. Aynı ve daha da güçlü eleştiriler Afganistan'daki harekata ilişkin yapılmadı mı? Afganistan'ın Sovyetler Birliği'nin sonunu getirdiği, İngilizleri mahvettiği, dolayısıyla 'yenilmezliği' sürekli olarak hatırlatılmadı mı? Amerika'yı aynı sonun beklediği ima edilmedi mi?

Ne oldu? Sonuçta, sadece bir aylık bir Amerikan hava harekatı sonucunda Taliban rejimi gümbür gümbür çökmedi mi? Birinci ve İkinci Dünya Savaşı'nı, Soğuk Savaş'ı, Kosova 1999'u, Afganistan 2001'i kazanmış olan güçlerin Irak'ta Saddam karşısında niçin yenileceğine dair 'ideolojilerinden arınmış', 'Irak gerçekleri'ne ve 'akla uygun gerekçeler' ileri süren varsa, beri gelsin.

 

 

Bağdat'ta yarın ne mi olur? 

Ertuğrul Özkök, e-posta 

SAVAŞTAN sonra Irak'ta durum ne olur diye merak edenlere, dün hepimizin gözü önünden geçen bir örneği vereyim.
ABD Dışişleri Bakanı Powell, Ankara'dan ayrıldıktan sonra Brüksel'e gitmeden önce nereye uğruyor?
Belgrad'a.
ORASI NERESİ
Belgrad neresi?
ABD'nin bundan çok değil, iki yıl önce günlerce bombalayıp, başındaki diktatörü Lahey'de uluslararası adaletin önüne çıkardığı ülke değil mi?
Aradan çok değil, sadece iki yıl geçmiş.
Ama hem Bosna'dan, hem Kosova'dan çıkarılan ve Avrupa'nın Saddam'ı diyebileceğimiz diktatörü devrilmiş Sırbistan, bugün artık ABD'ye düşman değil.
Powell oraya, öldürülen başbakan için başsağlığı dilemeye gidiyor.
Oysa, o ülkenin askeri de bundan iki yıl önce Amerikan askerine karşı savaşıyordu.
Çok çabuk unuttuk.
Hıristiyan Amerikan askeri orada Hıristiyan Sırpları vurmuştu.
Bugün Türkiye'de İslamcı-solcu ittifakı kuranlar, o gün hiç seslerini çıkarmıyorlardı.
Hıristiyan Hıristiyan'ı vururken, İtalya'dan kalkan Türk F-16'ları da, Belgrad'ı vuran Amerikan jetlerine koruma görevi yapıyordu.
Savaştan sonra Bağdat'ta ne olur diye merak edenlere, tarihin bu küçük anekdotunu hatırlatmak isterim.
Bugün Belgrad'da ne oluyorsa, Bağdat'ta da o olur.
Bundan iki üç yıl sonra aynı dışişleri bakanı Bağdat'ı ziyaret eder ve en yüksek düzeyde ağırlanır.
Tıpkı İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra kendilerinin üzerine atom bombası atan Amerika ile en iyi dost durumuna gelen Japonya ve Almanya gibi.
İkinci Dünya Savaşı'nda ABD ile savaşan Japonya ve Almanya bugün durumundan mutsuz mu?
Her ikisi de dünyanın en gelişmiş devleri arasında bulunuyor.
Bu yeni fotoğraf içinde Türkiye'nin yeri ne olacak?
Türkiye'nin bulunması gereken yer, dün ilk defa bu kadar net bir şekilde ifade edildi.
 
TÜRKİYE'NİN YERİ
‘‘Türkiye koalisyonun üyesidir.’’
Burada ‘‘koalisyondan’’ kastedilen şeyin, Irak'taki Saddam rejimine karşı oluşan uluslararası ittifak olduğunu söylemeye herhalde gerek yok.
Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bunu daha önce de telaffuz etmişti.
Ancak dün ABD Dışişleri Bakanı ile düzenledikleri basın toplantısında her ikisinin de bu durumu ‘‘altını çizerek’’ söylemesi, olayın psikolojik boyutuna bir gerçeklik kazandırdı.
 
TUHAF DURUM
Böylece Türkiye, bugün ve gelecekte bulunacağı siyasi coğrafyayı bütün dünyaya ilan etmiş oluyor.
Zaten, savaşın başına kadar ABD'nin karşısında duran ülkeler bile, artık yerlerini açıklama ihtiyacı duyuyorlar.
Mesela, ABD karşıtı Avrupa harekátının lideri durumundaki Fransa bile ‘‘Biz bu savaşta demokrat olanların tarafındayız’’ diyerek, Saddam'a karşı olduğunu ilan etmek zorunda kaldı.
Emin olunuz, savaşın sonu yaklaştıkça, konumunu ilan eden devletlerin sayısı da artacak.
Biz Türkiye'ye dönelim.
Türkiye'de bazı insanlar, olayın başından beri ABD askerinin Türkiye'den geçmesine izin veren tezkerenin kabul edilmesi gerektiği görüşünü savundu.
Ben başından beri aynı şeyi söylüyorum.
Geçseydi hem Irak için hem Türkiye için çok daha iyi olurdu.
Bağdat daha hızla kuşatılır, savaş büyük bir ihtimalle daha hızlı biter, can ve mal kaybı çok daha az olurdu.
Ama ne yazık ki, gözünü Saddam bürümüş bazı üçüncü dünya hayalperestlerinin geçici tatminleri için bunca can kaybedildi.
Türkiye şimdi bu durumu daha iyi görür hale geldi.
Dünkü ziyaret bu bakımdan önemli.
Yardım TIR'ları, dünden itibaren Kuzey Irak'a girmeye başladı.
Öyle anlaşılıyor ki, Kuzey Irak'taki Amerikan askerinin gıda ve yakıt lojistiği de Türkiye üzerinden sağlanacak.
Keşke daha fazlası sağlansaydı.
Bugün geldiğimiz nokta dünden iyidir, ama garip bir görüntünün ortaya çıktığını da kabul edelim.
 
KEŞKE GEÇSEYDİ
Türkiye, Amerikan askerine geçiş izni vermedi, ama fiiliyatta asker geçirme dışında, askeri malzeme geçişi dahil her kolaylığı sağlıyor.
Hükümete, Kuzey Irak'a asker gönderme yetkisi verdik, ama fiiliyatta ABD itiraz ediyor diye gönderemiyoruz.
Bu tuhaflığa yol açmak yerine çıkıp bütün açıklığıyla ‘‘Biz de bu koalisyondayız’’ deseydik daha doğru olmaz mıydı?
 

Her işte bir hayır vardır (!)

Nazli Ilicak, Tercüman, 4.4.2003

     Başımız sıkıştığında, içinden çıkamayacağımızı sandığımız durumlara düştüğümüzde, "her işte bir hayır vardır" deriz.
     Aslında bu, kaderci bir yaklaşımın göstergesidir. Ancak aynı zamanda da doğrudur. Bakarsınız bazı kapılar kapanır, bazıları açılır.
     İlerde başka kapılardan söz edebilirsiniz, ancak bu aşamada sizlerle iki önemli gelişme hakkındaki görüşlerimi paylaşmak istiyorum.

     1. EKONOMİK ATILIM: 

     Daha önce de ekonomik duruma değinmiştim, bu defa daha geniş tutmak istiyorum.
     Irak savaşının en önemli etkisi ekonomimiz üzerinde hissedilecek. Günler geçtikçe durum biraz daha gerginleşecek. Üstelik , kimselere başvuracak durumda da değiliz, tamamen kendi yağımızla kavrulmak zorundayız.
     Türkiye, bu fırsatı iyi kullanabilir. Milliyetçi olmanın zamanıdır. Hakiki ve çağdaş milliyetçilik budur.
     AKP hükümeti tam bir ekonomik seferberlik ilan edebilir ve IMF hedeflerinin dahi dışına çıkıp devletin kemerlerini sıkabilir. Ancak bu seferberlik kağıt üstünde kalmaz. Genelge yayınlamakla yetinilmez ve bütçelerin günlük yaşamı kısıtlayan, bölümlerinin dışında kalan tüm harcamaları durdurulur.
     Böyle bir seferberlik sadece içeriye güven vermekle kalmayacak, aynı zamanda Türkiye'nin dış piyasalardaki durumunu da düzeltecektir. Türk Eurobond'larının fiyat kayıpları önlenebilecektir.
     AKP bu fırsatı iyi kullandığı taktirde, sadece ülkeye önemli bir moral vermekle kalmayacak, parti olarak kendini de kurtaracaktır. Bugüne kadar "deneyimsiz" , "beceriksiz" ve "kararsız" deyimleriyle eleştirilen parti, ülkenin kotrolünü eline alabilecektir.  

     2. KUZEY IRAK'A MÜDAHELE:

     Ankara'nın en büyük kaygısı, Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması ve Saddam sonrası dönemde Türkmenlerin Bağdat yönetiminde söz sahibi olmamalarıydı. Bu kaygıları giderebilmek için de ( 1 inci tezkerede) Kuzey Irak'a (ABD askeriyle birlikte olmak koşuluyla) 40 bir civarında asker sokmayı planlamıştı. Tezkere TBMM'de reddedilince bu anlaşma da suya düştü.
     Türkiye'nin bundan sora Kuzey Irak'a 40 bin kişilik güç sokması söz konusu değil. Amerika ile müzakere edilecek ve Türk ordusu olası bir göçü engellemek amacıyla sınır boyunca mevzilenecek.
    Bazılarımız, elimizdeki bir fırsatı kaçırdığımızı, Kuzey Irak'taki gelişmeleri kontrol edemeyeceğimizi, Kürtlerin bağımsızlıklarını açıklamaları durumunda müdahelede bulunamayacağımızı ileri sürüyor ve eleştiri yapıyorlar.
     Ben farklı bakıyorum.
     TSK, Kuzey Irak'a girebilse ve önemli bir askeri varlık gösterebilseydi dahi, yine de kısıtlı bir operasyon olarak kalacaktı. Kuzey Irak'ın her yanına yayılamayacaktık. Daha da önemlisi Kuzey Irak'a sevkedeceğimiz binlerce askerimizi adeta bir bataklığa sokmuş olacaktık. Kürt gruplar içinden kimileri, hatta PKK-KADEK militanları askerimizi taciz edecek, sağdan soldan ateş edip provokasyona girebileceklerdi. Türk askerini tahrik edip, ateşle yanıt vermeye zorlayabileceklerdi. Ardından da, dünya kamuoyuna dönüp "Türkler Kürtleri öldürüyor" diye bağıracaktı. Dünyayı ayaklandıracaklardı. Türk askerini bataklığa itmeye çalışacaklardı.
    
     KUZEY IRAK KÜRTLERİYLE SAVAŞMAYA GEREK VAR MI?
     Üstünde durulması gereken bir diğer soru da şu olmalı:
     "Amerikan askerlerinin kontrolü altındaki Kuzey Irak'ta Türk ordusu harekete geçip, olası bir bağımsızlık ilanını engelleyebilir mi?"
     Bu soru çok önemli, zira bizleri gerçeklerle karşı karşıya bırakacaktır.
     Amerikalıların askeri ve politik açıdan egemen olacakları bir Kuzey Irak'ta, bağımsızlık ilan edilemeyeceği artık biliniyor. Washington yeterli güvenceleri verdi. Farzedelim ABD'de politikasını değiştirdi ve Kürtlerin bağımsızlık kararını kabul etti.
     Bölgedeki Türk kuvvetleri bu oluşumu nasıl engelleyebilirler? Amerikan askeriyle mi çatışmak zorunda kalmazlar mı?
     Galiba bu bataklığın dışında kalmak daha doğru oldu.

      * * *

     KUZEY IRAK VE KÜRTLERE YENİ BİR YAKLAŞIM GEREKLİ

     Önümüzde yepyeni bir dünya kuruluyor. Bu yeni oluşumda rol almak istemediğimiz için, masada değil, dışardayız. Batı dünyası şu sırada Türkiye'nin Kuzey Irak'a ek asker yollamasına kesinlikle karşı çıkıyor. Ankara'dan gelen tüm sinyaller, Türkiye'nin tek taraflı olarak Kuzey Irak'a girme niyetinde olmadığı şeklinde. Genelkurmay Başkanı çok net konuşuyor. Ancak yine de kimse tatmin olmuyor.
     Neden?
     Acaba bize güvenmiyorlar mı? Yoksa "yetkililerimiz " gerektiğinden fazla mı konuşuyorlar. İç politikayı okşamak amacıyla söylenen sözler, dışarda etkili mi oluyor?
     Karmaşa henüz yatışmadı.
     Bu saptamayı şimdilik bir yana bırakalım ve önümüzdeki döneme farklı bir açıdan bakmaya çalışalım.
     Gerçekten yepyeni bir döneme giriyoruz. Dünya artık çok farklı olacak. Dengeler, konuşulan konular, yaklaşımlar, kısaca herşey herşey değişecek.
     Şimdi kendi kendimize soralım. Acaba bu yeni dünya'da eski düşünceler ve kalıplaşmış görüşlerimizi mi sürdürelim, yoksa bizler de bu dünya'ya yeni bir yaklaşımla mı bakalım?
     Acele etmemize gerek yok.
     Bekleyelim ve şu savaşın nasıl biteceğini görelim. Ardından da, kararımızı verelim.
     Kuzey Irak'a nasıl bakalım?
     Genelde bölgedeki Kürt sorununa ve özellikle de kendi ülkemizdeki Kürt sorununa yaklaşımımızı değiştirelim mi?
     Artık bazı tabuları kırmak zamanı gelmedi mi? Eğer bazı tabuları kırmaz ve değişiklik yapmazsak, tabular üstümüze düşmez mi?
     Gelin tartışalım...
 
 

Demokrasi ve Serbest Rekabet, başarının şartıdır!

Mehmet Barlas 
Amerika'nın "Haksız Savaş"ını kınamaktan vakit bulabilirsek, "Neden Ortadoğu ülkelerinin başı beladan kurtulmuyor" sorusuna da, cevap arayabiliriz..
Aslında cevap aramamız gerekenler arasında, "Neden Türkiye, siyasi ve ekonomik krizler arasında yıllarını ziyan ediyor" sorusu da var..
Acaba tüm bu soruların ortak cevabı, "Değişime Direnmek" noktasında mı birleşiyor?..
Belki, Amerika'nın ve Batı'nın üstünlüğü de, bu "Değişime Uyarlı Olmak" noktasında kilitleniyor..
Marx'ı, Weber'i ve çeşitli kuramcıları dinlersek, Lewis'in Ortadoğu tahlillerine takılırsak, tabii ki iş uzar..
Olayı daha basite indirgemeye çalışalım..
Amerika'nın da geçmişinde ve hatta bugününde, her çeşit krizler, yenilgiler, başarısızlıklar var..
Ancak Amerikan Sistemi, başarısızı tasfiye ediyor.. Yenilgisini açık ve seçik tartışıp, nedenleri geleceğe aktarmıyor.. Krizleri biriktirmek yerine, çözüm üretiyor..
Bir başka özellik de, Amerika'nın "Yeni Dünya" olmasından kaynaklanmakta..
Amerikan tarzı çözümde, düne ait kemikleşmiş sorunlara takılmak yerine, yarına dönük pragmatik arayışlar ağır basmakta..
Bütün bu özelliklerin, devam eden Irak Savaşı'nda ve sonrasında sergilendiğini de göreceğiz..
Amerika bir teorinin, bir ideolojinin, bir inancın doğruluğunun kanıtlanmasının peşinde değil..
Amerikan tarzı düşüncede, "Hedefe Ulaşmak" var..
Bunun için taktikler, stratejiler, politikalar ve en temel ilkeler bile, gerçeklerin ışığında "Değişim"e konu ediliyor..
Bir de, biz Türkiye'ye ve bir ölçüde ait olduğumuz Ortadoğu ülkelerine bakın..
Gerçi "Demokrasi"ye ve her alanda rekabeti getiren "Serbest Piyasa Ekonomisi"ne kısmen geçmemizle bile, diğer Ortadoğu ülkelerinden oldukça farklıyız..
Ama, genlerimizde eski bilgiler ve toplumda, bunları egemen kılmaya çalışan "Statüko Muhafızları" çok fazlaca var..
Ancak bir düşünelim..
Dokuz yıl süren ve Irak'ın yenilgisi ile biten İran-Irak Savaşı sonunda, Saddam Rejimi değiştirilebilseydi, bugün Irak'ta savaş olur muydu?
Veya Kuveyt'in işgali fiyaskosu ve ertesindeki Körfez Savaşı yenilgisine rağmen, Saddam nasıl oldu da iktidarını koruyabildi?
Biliyoruz ki, Ortadoğu ülkelerinde "Hukukun Üstünlüğü" değil, "Üstünlerin Hukuku" ilkesi geçerli..
Petrol zenginliği, halkların zenginliği için değil, diktatörlüklerin ve hanedanların fonlanması için kullanılıyor..
Ortadoğu'da silahlanma harcamaları, tüm diğer kamu harcamalarının üzerinde..
Bütün bu gerçekler, tabii ki Amerika'nın "Haksız Savaş"ını, haklı kılmıyor...
Ama bir ülkede ve bir toplumda, "Düzen" bozuk ve geri olduğu zaman, sonuçta "İleri" olanlar kazanıyor..
Almanya ve Japonya, teknolojik açıdan Amerika'dan geri değildiler.. Sovyetler Birliği, uzaya gidecek teknolojiye ve nükleer caydırıcı güce sahipti..
Sonuçta, yenildiler ve rejimleri değişti.
Çözümü, demokratik ve serbest rekabete dayalı "Batı Modeli"ni benimsemekte buldular..
Almanlar ve Japonlar, bugün Iraklılar'ın verdiği direnişten fazlasını, topraklarını işgal eden ülkelere karşı gösterdiler.. Hiçbir Alman ve Japon, işgalci Amerikan askerlerini çiçekle karşılamadı.
Ama aradan 10 yıl geçtikten sonra, Japonya da, Almanya da, "Amerikan Sistemi"ni, bir hayat tarzı olarak benimsemişlerdi.
Hüner, işgal edilmeden ve savaşa sahne olmadan, bu "Değişim"i başarmaktır..
Türkiye bunu kısmen başardı.. Bu yüzden, bölgeden farklı değil miyiz?
ŞAKA
Ama ne alış-veriş!.
Eğer doğru ise, Colin Powell, Tayyip Erdoğan'la görüşürken ne bir şey istemiş, ne de bir şey teklif etmiş..
O zaman bu ziyaretin amacı şu..
- Dostlar alış-verişte görsün!.
Açıkçası, kimin dost, kimin düşman olduğu bilinmeyen bu ortamda, alış-verişlerin sanal olması da çok doğal..
Mesajlarınız için
 

Savaş"a mı, yoksa "Batı"ya mı karşıyız?

Mehmet Barlas 21.12.2002/14.10.2001

Bazan, bazı insanların belirli dönemlerdeki suskunluğu, beni şaşırtıyor.
Bunu, "28 Şubat post-modern askeri müdahalesi" döneminde de, böylece şaşırarak izlemiştim..
Refah-Doğru Yol koalisyonunun "dışarıdan" devrilmesine, varlık sebepleri çoğulcu demokrasi olan diğer siyasi partiler, seyirci kalmaktan öteye, çanak tutmuşlardı..
En mütedeyyin diye bilinen ve iş hayatlarını inançlı kesimlere dayanarak inşa eden insanlar bile, bir anda "militarist" ve "laikçi" oluvermişlerdi..
Şu anda, ne yazık ki Afganistan'ın yoksul ve çaresiz halkını da perişan eden ve "Terörizmle Global Savaş" adına sürdürülen bombalamalar, yine bazı "konuşması gereken insanlar"ın suskunluğu içinde, kamplaşmalara sebep olarak devam ediyor.
Bir kesimde öyle bir eğilim var ki, Taliban'la dinimiz aynı olduğu için, "Amerika'ya karşı çıkmak", inancımızın gereği..
Böyle düşünenlerin bir bölümü ve bu arada Taliban da, 1990'lı yıllarda Afganistan'daki Sovyet işgali sırasında mollalar Amerika tarafından silahlandırılırken, "Amerika ile birlikte olmak inancın gereği" derlerdi..
Uzak geçmişte Amerika, Vietnam'ın yoksul ve çaresiz köylülerini napalm bombaları ile yakarken, bunu kimse "Din kardeşlerimiz bombalanıyor" diye protesto etmemişti..
Savaşı protesto edenleri, "Bunlar komünist kuklaları" diyen, merkez-sağ kesimler kınamış, damgalamıştı..
Söylemek istediğimiz şu..
Bir savaş haksızsa, bir "tecavüz savaşı" ise, saldırılanların dini veya milleti ne olursa olsun, olay kınanmalı..
Son "savaş"a gelince..
Afganistan'a saldırıyı, Birleşmiş Milletler, bir "tecavüz" olarak değil, bir "meşru müdafaa" olarak görüyor..
Nasıl biz burada, Anayasa Mahkemesi Refah'ı veya Fazilet'i kapattığı zaman, "şeriatın kestiği parmak acımaz" anlayışı ile, kuzu kuzu Türk yasalarının uygulanmasını kabulleniyorsak..
Evrensel yasal düzende de, dünyanın en üst yasa koyucusu Birleşmiş Milletler, "Afganistan terörizme yataklık ettiği için", Amerikan ve NATO kaynaklı saldırıyı "haklı savaş" veya "meşru müdafaa" olarak kabul etti..
Özellikle siyasi veya aydın sorumluluğu olan kişilerin, bu konuyu vurgulamaları gerekmez mi?
Sen, yanlış uygulanan ve özünde anti-demokratik olan yerel yasaların, sana uygulanmasını kuzu kuzu kabulleneceksin..
Buna karşı, evrensel yasal düzenin amir hükümlerinin uygulanmasını, "ama onlar bizimle aynı dinden" veya "zaten Amerika terörizmin hedefi olmayı haketmişti" diye, görmezden geleceksin..
Bir diğer mesele de şu..
Afganistan'ın kaderine veya Bin Ladin'in Afganistan'da üslenmesine, Müslüman Afgan halkı karar vermiyor..
"Müslüman Afgan halkı"nın bir önemli bölümü de, Taliban rejimine karşı, silahlı bir iç-savaş sürdürüyor ayrıca..
Yani sorun "Dinler Savaşı" ise, Molla Muhammed Ömer de, ona karşı içeride savaşan General Dostum da, ikisini de sevmeyen devrik Kral Zahir Şah da Müslüman değil mi?
Biz, Türk ve Müslüman kimliğimizle, neden Amerika'dan çok Afganistan'a yakın olalım ki?
"Siyasal İslam"ın en seçkin temsilcisi Prof. Necmettin Erbakan, Almanya'da teknik eğitimi, uçakları düşürmek, gökdelenleri yıkmak için görmedi ki..
"Türk kültürü"nde, yıkmak değil yapmak var.. "Uygarlığa düşman olmak" değil, "Uygarlıkla yarışıp, onu geçmek" var..
Erbakan D-8'leri, Batı ile savaşmak için değil, dayanışma içinde gelişip, onları geçmek için kurmadı mı?
"28 Şubat"taki haksız MGK Muhtırası'nı, "Devlete zarar vermemek için", sessizce kabullenmedi mi? Yani "düzene saygı" var..
"Savaşa karşı olmak" ile "uygarlığa ve gelişmişliğe karşı olmak", neden aynı potada bulunsunlar ki?..
Neden sanki Erbakan, bu konularda susuyor ki?
ŞAKA
Şeffaflık mı?
Kavram kargaşası, Türk yaşamının bir parçası oldu..
Örneğin şu "şeffaflık" kavramı da, kargaşanın kurbanı şimdi..
"Şeffaflık", kamuya ilişkin alanlarda, yapılanların hesabının sorulabilmesi ile tamamlanır..
"Türk malı şeffaflık" ise, yapılan rezilliklerin herkes tarafından bilinmesi, ama hiçbirşey yapılmaması anlamına geliyor..
Yani, eli-kolu bağlı ve ağzı kapatılmış "kamu"nun röntgenciliği gibi birşey bu şeffaflık bizde..
İŞE BAKIN!..
Meğer "Polaroid" eski teknolojiymiş!..
Haberi gördünüz mü? "Polaroid" şirketi iflas etti.. Bence "Swissair"in iflasından daha önemli olay bu..
"Swissair", kötü yönetim içindeyken, krize yakalandığı için battı..
Ama "Polaroid", teknolojiye ayak uyduramadığı ve kendisini aşamadığı için battı..
Tıpkı Bill Gates'in Harvard'dan mezun olmadan ayrılıp "Microsoft"u kurduğu gibi.. Edwin Land de, Harvard'ı bırakıp, 1937'de "Polaroid"i kurdu..
İnanılmaz bir teknolojik aşamaydı Polaroid..
Çektiğiniz fotoğrafı, 10 saniye içinde elinize veriyordu Polaroid.. Şip-şak işi fotoğrafçılık, aile boyu oluvermişti..
Yolun başında Polaroid'in hisse senetlerini alabilenler, tıpkı Coca-Cola'ya zamanında yatırım yapanlar gibi dolar zenginleriydi..
"Teşebbüs Sermayesi"nin en büyük başarısıydı Polaroid..
Ve 1980'lerin sonunda, dijital teknoloji, fotoğrafçılığa giriverdi..
Arkasından, her yerde, normal fotoğraf filmini 1 saatte banyo eden dükkanlar açıldı..
Şimdi dijital kameranızla çektiğiniz fotoğrafı, isterseniz televizyon, isterseniz bilgisayar ekranında, anında görebiliyorsunuz.. Printerde basabiliyorsunuz.. Binlerce fotoğrafı hafızaya alıyorsunuz..
Ve Polaroid, "eski teknoloji ürünü" olarak batıyor.. Hâlâ "eski" kalın siz..
 
 

Kafalar karışık

Nazlı Ilıcak 

Kafalar karışık. Sadece, halkın değil, hükûmetin de kafası karışık. AK Parti, iktidara gelir gelmez önemli meselelerle karşı karşıya kaldı. Ve ilk haftalarda, özellikle Tayyip Erdoğan'ın gayreti ile, yurt dışı ilişkilerde büyük hamle yapıldı. Erdoğan, "çözümsüzlük çözüm değildir" dedi. Zaman zaman diplomatik üslûbu bir kenara bırakıp, Denktaş'ı neredeyse "ipe un sermekle" suçladı.Erdoğan'ın gözünde en az Rum tarafı kadar Türk tarafı da uzlaşma hususunda isteksiz davranmıştı. Bir de Kıbrıs'ı AB'nin merkezine oturtunca, herkes, "AK Parti lideri Kıbrıs'ı çözüme bağlayacak; Türkiye'nin diplomasideki ayak bağını çözdükten sonra Avrupa Birliği üyeliğine doğru hızla mesafe alacağız" diye düşündü.

Nereden nereye!

 Gelin görün ki, "nereden nereye" dedirtecek bir manevra ile, Tayyip Erdoğan Kofi Annan planını kabul edilemez bulduğunu açıklayıverdi. Aradan geçen birkaç ay zarfında, o da, Kofi Annan planının içinde "tuzaklar" barındırdığına ikna olmuştu. Kuzey Kıbrıs'ın AB üyeliği, hem halkın çoğunluğunun arzu ettiği bir gelişme, hem de Rum kesimi tek başına bütün Kıbrıs'ı temsilen AB'ye girdiğinde, yeniden Türk toplumunun, kurucu ve eşit ortak statüsünü elde etmesi mümkün değil. Kaldı ki, Annan planına göre, Türk toplumunun da içine dahil olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye'nin AB üyeliğini engelleyemeyecek; tersine destekleyecekti. Bu kozu da kaybediyoruz.

Gönül isterdi ki, Tayyip Erdoğan, hemen 3 Kasım sonrasındaki vizyonunu kaybetmesin. Türkiye Yunanistan ilişkilerini iki dost ve müttefik ülke ilişkileri gibi görsün. Kofi Annan planını, Avrupa Birliği perspektifinden değerlendirsin. Avrupa Birliği çatısı altında eski düşmanlar dost olmadı mı? 2'nci Dünya Harbini takiben, Fransa ve Almanya daha sonra Ortak Pazar'a ve Avrupa Topluluğu'na dönüşecek Kömür Çelik Birliği'ni kurmadılar mı? Avrupa Birliği, ekonomik işbirliğinin yanı sıra, bir güvenlik ve barış şemsiyesidir. Böyle bir vizyona sahip olursak, Türkiye'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin, tuzakla karşı karşıya bulunmadığı hemen idrak ederiz.

Mütereddit tavır

Doğrusu sadece Kıbrıs'ta değil, Irak meselesinde de bir hayal kırıklığı yaşıyoruz. Hükûmetin mütereddit tavrı yüzünden piyasalar alt üst oldu. Faizler % 70'e kadar tırmandı. İlk günden itibaren hükûmet, oyunun bütün aktörleriyle, ilişkilerini eşit mesafede sürdürdü. Irak'a, "Birleşmiş Milletler denetçilerine yardımcı olun" baskısını yaptı; Arap ülkeleriyle biraraya gelerek, barıştan yana tavır koydu; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi üyeleri Rusya ve Çin ile yakın temasa geçti. Tayyip Erdoğan bu iki ülkeyi de ziyaret etti. Amerika Birleşik Devletleri'nin istekleri kısmen yerine getirildi; mutabakat sağlandığı takdirde gerisinin de geleceği işaretleri verildi.

Böylece,Türkiye, dünya kamuoyunda, imajı hızla yıpranan ABD'nin sıkı bir müttefiki gibi görünmedi; savaş karşıtlarının protestolarının hedefi haline gelmedi. Tayyip Erdoğan'ın söylediği gibi "Savaşı tetikleyen ülke" konumuna düşmedi. Aksine, savaşı, ABD'nin ültimatomlarına direnerek geciktirdi. Böylece, başka oyuncuların ellerindeki kartları da görme fırsatını elde etti.

İkinci tezkere

İkinci tezkerenin halâ bu yüzden geciktirildiği intibaını taşıyorum. Önce, Azor zirvesi beklendi; sonra Birleşmiş Milletler'de çeşitli üyelerin takınacağı tavır gözlendi. Şimdi de -ABD temsilcisi Halilzad'ın da katılacağı- Irak muhalefetinin Çarşamba günkü toplantısından çıkacak sonuca intizar ediliyor. İlk günden itibaren Türkiye, bu ilişkileri çeşitli taraflarla sürdürelim, günü gelince de, ABD ile dostluğumuzu bozmayacak bir karar alıp, masada söz sahibi olma fırsatını kaçırmayalım görüşünü benimsemişti. Ama şu anda içinde bulunduğumuz belirsizlik, hükûmetin hadiselerin peşinden sürüklendiği, vaziyete hâkim olamadığı izlenimini yaratıyor. İlk tezkerenin Meclis'ten çıkması için ağırlığını koyan Tayyip Erdoğan, "hiç acelesi yokmuş" gibi davranıyor. Adetâ, "Türkiye olmazsa ABD savaşa giremeyecek" tezine inanmış gibi duruyor. Birinci tezkereden bu yana, tavır değiştirmesi için ne gibi bir sebeb var? Açıklansın ve biz de öğrenelim. Çünkü, ilk tezkereyi Meclis'e sevkederken, güvenlik sorununu, ekonomik sıkıntıları gerekçe göstermişti. * * *

Üstelik Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök'ün "Türk ordusu Kuzey Irak'a müdahale edince, ABD'nin buna karşı çıkabileceğini" söylemesi, ardından bizzat ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ın "Türk gücünün orada bulunmamasının daha iyi olacağını, Türkiye'e açıkça anlattık" demesi, endişeleri daha da arttırır mahiyetindedir. Dün ile bugün arasında ne fark var? Tayyip Erdoğan bir hafta önce ifade ettiği düşüncelerinden caydı mı?

20 milyar dolar fark

AK Parti Genel Başkanı, 2003'te 73 milyar dolarlık borç servisinden söz ediyor, bu meblağın ekonomiye getireceği yükün ağırlığının altını çiziyordu. Evvelki gün Plan Bütçe Komisyonu'nda, Ekonomi Bakanı Ali Babacan, 2003 yılı iç ve dış borç servisini toplan 93 milyar dolar olarak açıkladı. Tayyip Erdoğan'ın söylediğinden 20 milyar dolar daha fazla. Bu borcun % 75'i iç borçlanma, % 11'i dış borçlanma ile karşılanacakmış. Demek, 20 milyar dolarlık bu ek külfet yüzünden -% 75'lik bölümü iç borçlanma ile karşılanacağına göre- Hazine piyasadan ilâve 25 katrilyon lira daha borçlanmak zorunda kalacak. Belirsizlik yüzünden faiz % 70'e yaklaştı. Böyle devam ederse, borcu çevirmek imkânı ortadan kalkacak. Türkiye'nin kaderiyle oynayanlar, en azından sebebleri açık seçik ortaya koymak zorunda.

 PKK yandaşlığı

Türkiye katılmazsa, savaş çıkmayacak varsayımı çöktü. Buna mukabil, PKK'nın görüşlerini yansıtan Hadep, sokak gösterilerinde "Savaş karşıtı (!)" olarak en önde o koşuyor. Anlaşılıyor ki, onun derdi, Kuzey Irak'ta PKK'nın rahatını kaçırmamak. Reel politikayı savunanları "ABD muhipliği" ile suçlayanlara "Siz de PKK yandaşı mısınız?" diye sorsak haksız sayılmayız.

 
 
Hand in Hand
für eine
gerechte
freie
demokratische 
menschliche
saubere
barmherzige
friedliche
sichere
tolerante
Welt
 
 

 ©  Religionsgemeinschaft des Islam LV Baden-Württemberg e.V.

 
 
 www.rg-islam.de